Tüketim merakı günümüz dünyasının en önemli sorunlarından. Zira sorgulama-irdeleme alışkanlığı olmayanların tüm alanlarda bilinçsizce gerçekleştirdikleri tüketim nedeniyle hem kalitesizlik artıyor hem de algılarla insanları yönlendirip kazanç elde etmeyi hedefleyenler daha rahat yönlendirme gücü elde ediyor. ‘PR’ kısaltmalı ‘Public Relations’ yani Türkçedeki karşılığıyla ‘Halkla İlişkiler’ de bu gücün ikna aracı oluyor.
 
Kuşkusuz tek yönlü, doğruluk şartının olmadığı ve propaganda amacına dayalı iletişim modeliyle faaliyetlerini sürdürenlerin PR desteğindeki bu süreçte en önemli tetikleyici unsura gelince... Yirminci yüzyılın sanat biçimine dönüşerek günümüzde iyice gelişen ‘Reklam’ olayı! Yoğun reklamlar sayesinde gerçekleri olduğundan farklı göstererek en değersiz malların dahi büyük kitleler tarafından benimsenmesi ve pek çok fikrin bilinçlere yerleştirilmesi kolayca sağlanmakta.
 
Nitekim bir Fransız atasözü ‘Reklam yasallaştırılmış yalan söylemektir’ derken, İngilizler de reklamı ‘Özellikle mallar değersizse, mal satmanın en ucuz yolu olduğu için değerli bir ekonomik faktör’ olarak görmüşler. Nasıl ki, büyük reklamlarla pazarlanıp yetişkinler cephesindeki sürü psikolojisiyle ilgi uyandırmayı başaran ‘Barbie’ filmi de bu sözlerle paralel değerde bir iş olarak çıkıyor karşımıza.
 
 
OYUNCAK OLMANIN ÖTESİNDE ‘BARBİE’NİN AMACI NE?
 
Objektif eleştiri yapanları değil suya sabuna dokunmayan kopyala yapıştır şakşakçıları kendilerine yakın görerek “What’s in it for me/Bunda benim için ne var’’ yani bana faydası ne mantığı doğrultusunda yürütülen PR gayretleriyle piyasaya sürülen ‘Barbie’, Mattel tarafından desteklenen pespembe bir stüdyo yapımı.
 
İyi hoş da... Bunda bizim için ne var?
 
Dört bir yanı pembeye boyayarak sürdürülen çılgın pazarlama kampanyasıyla ivme kazanan Mattel’in bu ürün filmi, 1959’dan bu yana dünya çapında ikonik figür haline getirilerek çocuklara dayatılan Barbie’ye yeni misyon yüklemiş halde. Bir yandan gerek Dreamworld tanıtımlarıyla ve filmin yan ürünleriyle oyuncak sektörünün reklam aracı durumunda bir yandan da algı görevini üstlenip fikirler dikte etmekte.
 
 
 
Kız çocukları Barbie bebekleriyle oynarken insana dönüşmüş Barbie’nin belirmesiyle ilk etaptan kendini belli eden film, erkek arkadaşı Ken’i istediğinde kullanabileceği bir aksesuar olarak gören ve lüks içinde yaşarken doktor, şarkıcı, deniz kızı misali dilediği kimliğe bürünebilen Barbie’nin pembe dünyasına götürüyor bizi. Barbie’lerin yani güzel kadınların hükümranlığındaki bu dünyada ‘sadece Ken’ olarak kalan Ken’lerle çizilen bu pembe tablo alabildiğine renkli ve çekici. Ancak Barbie bu kusurusuzmuş gibi duran yapay dünyasında başlayan sorunları fark edip gerçeklerle yüzleşene kadar sürüyor bu çekicilik. Sonrası?
 
 
 
Barbieland’in pespembe dreamhouse atmosferinde hoplaya zıplaya mutlu mesut yaşarken bir anda ‘Hiç ölümü düşündünüz mü’ sorusuyla tüm Barbie’leri ve Ken’leri donduran... Soğuk duşla, düz tabanlıkla durum sorgusuna girişen Barbie, Barbieland’in ücra köşesinde yaşayan ve oyuncağı olduğu çocuk tarafından saçları kesilip yüzü boyanarak tuhaf hale gelirken aslında Barbieland’in en gerçekçi yansımasına dönüşen dışlanmış bir bebeğin bilgeliğine başvurunca da olan oluyor. Sorunun kaynağının gerçek dünyada ona sahip olan çocuktaki bunalımdan kaynaklandığı bilgisi Barbie’yi tercih noktasına sürüklüyor çünkü. Ya kaybetmeye başladığı mükemmelliği yeniden kazanmak için gerçek dünyaya gidecek ya da kalıp başına gelecekleri sineye çekecek.
 
Devamı filmde. Peki... Filmin bize sunduğu bu pembe hayal dünyasında oyuncak olmanın ötesinde ‘Barbie’nin daha doğrusu onu yaratanların amacı ne? Çocuk oyuncağından geliştirilmekle birlikte kesinlikle çocuk filmi olmayan ‘Barbie’nin pek çok amacı olduğu muhakkak. Bu amaçların başında da, kırılma noktalarıyla hedefine ulaşan senaryo aracılığıyla algı yaratmak geliyor.
 
 
 
Klasik Barbie’nin herşeyin her gün mükemmel olduğu bu lüksü tetikleyen yapay dünyadan çıkıp ‘Öğrenmeyi istemelisin’ telkiniyle sandalet de giyebilen insanların gerçek dünyasına adım atmaya karar verdiğinde kırılma noktasını yaşayan senaryo, ‘Barbie gerçek dünyada mı’ telaşına kapılan insanların onu kutusuna geri döndürmek için ellerinden geleni yapma kararıyla ikinci kırılmasına uğruyor. İşte tam da bu kırılmalar bize yapımın amacını çok net hissettiriyor.
 
Şöyle ki; Çocukların beş yaşından sonra kendisiyle oynamadığını öğrenerek gerçeklerle yüzleşen Barbie’nin insanları bekleyen tek bir sonun olduğu hakiki dünyada uğradığı hayal kırıklığını zorlama popüler kültür eleştirisine ve feminist tabanlı mesajcılığa çevirmeyi hedefleyen film, aynı zamanda cinsiyetçi bir yaklaşıma da sahip. Konuyu açarsak...
 
 
 
Öncelikle... Çocuk kanallarından hiç eksik olmayan reklamları nedeniyle gereksiz tüketimi körüklerken kısıtlı bütçeli aileleri çocuklarıyla karşı karşıya getiren Barbie oyuncaklarının tüm ürünlerini detaylandırarak yansıtan prodüksiyonun bu süreçte ortaya koyduğu tablo için ‘Barbie sektörünün ürün pazarlaması’ desek yeridir.
 
Oyuncuların, plastik karakterleri canlandırma özgürlükleriyle birleşip daha gözalıcı hale gelen bu pazarlama sürecinin ötesinde Margot Robbie ile Ryan Gosling’in oynadığı filmin yönetmeni Greta Gerwig’in ‘Barbie’yi yaratma sürecindeki mantığı da dikkate değer nitelikte!
 
Zira yönetmen Gerwig, Mattel’in farklı Barbie ve Ken’lerle yarattığı çeşitliliği temsil etmek adına, lezbiyen-gay-transseksüel oyuncuları bilinçli olarak tercih ettiğini söyleyerek ‘Barbie’ profilini oluştururken hem filmin yönlendirici algı yaratma gerçeğini ortaya koyuyor hem de filme karşı cephe oluşturuyor.

 
 
Bu noktada belirtmek isterim ki, filmin pembiş ve sözde her kesimi kucaklayıcı atmosferine kanıp tepki verenleri yadırgamak hata olur. Çünkü itici denilebilecek ölçüde pembeliğiyle sözde ataerkilliğe meydan okuyup feminizm yanlısı görünürken, anlamsızca LGBTQIA+ destekçiliğine soyunan ve laf olsun diye toplumsal iğnelemelere yeltenen filmin annelik karşıtı propaganda yapıyor izlenimi yaratması olumlu bir durum değil. Dahası reklamla kitlelere oynayan ‘Barbie’nin sunumlarında iddia edildiği gibi trans bireylere çok şey sunduğu konusu da belirsiz.
 
Kate McKinnon’ın canlandırdığı kesik saçlı, yüzü boyalı ‘Tuhaf Bebek’ üstünden biyolojik cinsiyete başkaldırı yapıldığı yorumu mu trans kadınlara çok şey kazandıracak? Yoksa Barbie’yi farklılıklarınden dolayı kendi yaşadığı dünyada dışlanan ve uyum sağlayabileceği dünya arayışına giren bir kadın figürü olarak sunma söylemi mi?
 
 
 
Esasında temsil ettikleri gerçek dışı güzellik algısıyla karşımıza çıkan ve onlar herşeyi yaparken Ken’lerin kumsalda atıştığı Barbieland ütopyasında temel haklarına saldırı olmadan yaşayan Barbie’lerden çok şey beklememek lazım. Zira son derece kapsayıcı gibi yaratılan bu pembe alemden dünyanın gerçeklerine yapacakları katkının, küçükken hayaller kurarak oynadığı Barbi bebeği yaşı büyüdükçe öfke duymaya başladığı bir obje gibi gören kızların yaklaşımından öteye geçmeleri zor. Neticede onların ütopik varlıklarının rol modellikleri ve etki gücü bir yere kadar.
 
 
 
İlaveten olumsuzluğu düzeltmek için geldiği gerçek hayatta fiziksel ve sözlü tacize maruz kalarak insanlaşan Barbie’nin, Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz kendi kendisiyle dalga geçme klişesi doğrultusunda, Mattel’in yöneticilerinin kadın düşmanı söylemleri üstünden ataerkil düzendeki cinsiyetçiliğe değinip feminizm dersine dönüşmesinin de reklam ve PR balonu filmi çekici kılmaktan öteye anlam taşımadığını ifade etmek gerek. Hele ki erkeğin kendine ve kadına biçtiği roller üstünden mizah çıkartırken bayatlıktan kurtulamayan   yapımın asıl hedefinin algılarla toplumu ve bireyleri şekillendirmek olduğunu düşündüğümüzde, bu didaktik mesajcılıkların fazlasıyla sırıttığını söyleyebiliriz.
 
 
 
SONUÇTA; Oyuncak olmanın ötesinde çok anlam yüklememek gerektiği aşikar olan ‘Barbie’nin fikri çok net!
 
2022’de 1.5 milyar dolarlık bebek satışı yapan Mattel’in 450 milyon dolardan fazla hasılat beklediği söylenen Warner Bros. aracılığıyla sinema dünyasına soktuğu... Şeker pembesi dünyasıyla Google’ın arama motoruna girip özel yemek menüsüne dönüşen ‘Barbie’, kızlara prenses olduklarını aşılama misyonundan uzaklaşıp herkesin kusursuz olamayacağı vurgusunu yapmaya ve insanların istedikleri gibi davranabilecekleri dünya mesajcılığına girişmiş bir film zira.

 
 
Sadece eğlence ve görsellik hedefleniyorsa... Oyuncu performansları ve renkli atmosferler bazında diyecek söz yok. Ama gerçek şu ki, cinsiyetçi mesaj kaygısındaki senaryo kesinlikle tatminkar değil.
 
Hal böyleyken ‘High Barbie’ nakaratıyla arka planda kalıp sadece Ken olmaya tepkili Ken’i bezdiren ve ‘Hay Barbie’ne dedirtir hale getiren bir yapmacıklıktan doğup iletişimcilerin hamlelerinde temel unsur olan “What’s in it for me/Bunda benim için ne var” sorusunu ojektif seyirci yönünden cevapsız bırakan... Her sahnesinde sadece yaratıcılarına ve Barbie sektörüne faydası olduğunu apaçık ortaya koyan... Ve algı mimarlarının ‘çocuk’ oyuncağını dahi oyuncaklıktan çıkartıp fikirleri empoze etme aracına dönüştürebildiklerinin örneği pozisyonunda boy gösteren ‘Barbie’, pembe hayallere yer olmayan gerçek dünyada reklam ve PR propagandasının gazıyla şişirilen balon olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmemekte.
 
Son söz ünlü komedyen Bob Hope’dan gelsin... ‘Propaganda öyle bir sanattır ki, insan başkasının ayağına basarken ah der’.
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal