‘Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler’
 demiş Albert Einstein.
 
Nice bölgesel savaşın yanı sıra iki büyük Dünya Savaşı yaşayan insanlığın tarihi ve gelinen nokta bu sözü doğrulamıyor mu? Ne yazık ki kendi hırslarını tatmin ve güç elde etme uğruna ortalığa kötülük saçmaktan, katliamlar yapmaktan kaçınmayanlar sayesinde insanlığın gelişimine ve dünya barışına sürekli darbe vurulduğu bir gerçek. Bu darbenin en önemli unsuru da, yok etmekten başka işe yaramadığı halde sürekli geliştirilen silahlar ve bombalar.
 
Nitekim insanlık tarihinde geriye döndüğümüzde, kuşaktan kuşağa izleri silinemeyecek tarzda olan, Hiroşima ve Nagazaki vahşetinin tokadı çarpıyor yüzümüze. Harry Truman’ın 1945’te 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru göreve gelmesinin ardından, savaşı daha çabuk bitirme bahanesiyle, attırdığı ‘Atom bombası’ da nükleer silahların temeli.
 
İlk denemeleri 1940’ta halktan gizli biçimde Klimorton’da gerçekleştirilen ve sonrasında artan oranda engelli doğumlarla kanser vakalarına sebep olan ABD’nin bomba merakında dönüm noktası sayılan ve daha ilk deneyde insanlık için ne büyük tehdit olacağını hissettiren ‘Atom bombası’nın üretim sürecinde en çok payı olan kişi de, Los Alamos’ta Manhattan Projesi kapsamında biraraya getirilen bir grup ünlü bilim insanına öncülük eden Robert Oppenheimer.
 
‘Dünyaların yok edicisi, Atom bombasının babası’ gibi lakaplarla anılan ve yarattığı canavarın yıkımıyla noktalanan 2. Dünya Savaşı sonrasında içindeki kaygılar doğrultusunda nükleer silahlanmayı engellemek için faaliyet gösteren Oppenheimer şimdilerde Christopher Nolan’ın yorumuyla beyazperdede.
 
 
 
‘OPPENHEIMER’ İLE VİCDANİ MUHASEBE...
 
‘Oppenheimer’... Acının, yıkımın, öfkenin, pişmanlığın ve kahramanlığın harmanı! Bu öyle bir hikaye ki içinde her şey var.
 
Hiçliğin ortasında tek hedefe odaklanmış gizli bir yer düşünün. Orada öyle bir şey yapılıyor ki, doğuracağı sonuçları kimse bilmiyor ve bir düğmeye basarak dünyayı yok etme ihtimali akıllarda duruyor. Nazilere karşı yarışa giren Amerika’nın elindeki bu ölümcül gücün görünürdeki sorumlusu Robert Oppenheimer. Peki, ‘Ulusal acil durum’ klişesinin ardına saklanarak yaratılan bu bombanın ve insanlığa yaşattığı acının tek sorumlusu O mu? İşte... 2000’li yıllarda yıldızı yükselen yönetmen Christopher Nolan ‘Oppenheimer’ filmiyle bu konuyu masaya yatırıp sorunun cevabını düşünme olanağı sunuyor bizlere. O halde ‘Oppenheimer’ biyografik olmanın ötesinde bir vicdani muhasebe işi mi?
 
İlk bakışta ‘Oppenheimer’ dünyayı kurtarmak için onu yok etme riskini göze alan ve teoride olumlu görünenin uygulamada çok olumsuz sonuçlar verebileceğini yaşayarak öğrenip iç muhasebeye girişen bir bilim insanının gerilimli paradoksu!
 
 
 
Kai Bird ve Martin J. Sherwin tarafından yazılan Pulitzer ödüllü ‘American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer’ adlı kitaba dayanan film, dünyayı sarsan ve insanlığın geleceğini tehdit eden bir buluşun arkasındaki bilim insanının zihnine girip onu ‘Amerikan dehası’ olarak aktarırken onun dünyayı şekillendirme hikayesini anlatıp herkesi ‘berbat olasılık’ dediği korkuyla yüzleştirme hedefinde.
 
Ancak peşinen belirtmek isterim ki bu yapımın içeriği atom bombasının icadından önce ve sonra yaşananları atom bombasının babasının gözünden aktarırken öyle çok derin konulara, politik vurgulamalara pek girmiyor. Dahası çok önemli hayati detayları da atlayıp geçiyor. Böylece Amerikan sinemasının ‘Oppenheimer ile vicdani muhasebe yapma’ ihtimali de büyük ölçüde boşa çıkıyor.
 
 
 
Şöyle ki; ‘Nazilerle yarıştayız. Madem onlarda bomba var biz de elimizi çabuk tutup onlardan önce yaparak patlatalım’ mantığıyla gaza getirilen Oppenheimer’ı kahramanlaştırarak ilk süreçlerini yansıtan Nolan, bu noktada dünyanın kurtarıcılığına soyunan Amerikan güçlerinin nabzına göre şerbet veriyor. Bu açıdan baktığımızda... Kimseye çaktırmadan yapılan gizli laboratuvara en iyi bilim adamlarını getirebilmenin yolunun ailelerini de getirtmek olduğu söylemiyle nabza göre şerbet verilen Amerikan mantığının insanları kullanma formülünü açık eden film, ‘mucize’ olarak görülen tahrip edici gücün ‘Dünya bu günü hatırlayacak’ gazıyla vatanseverliğe dönüştüğü ortamı başarıyla ele almış diyebiliriz.
 
 
 
Öte yandan düğmeye bastıklarında dünyanın başına ne geleceğinden emin olmadıkları halde bu yolda yürümekten çekinmeyen Oppenheimer ve arkadaşlarının çalışmalarıyla baş sorumlu oldukları yok edicilikte ‘2. Dünya Savaşı hemen bitecek ve askerlerimiz eve dönecek’ söylemiyle ikna ediciliğe soyunan kurmayların ve onlara izni veren Başkan’ın da bu insanlık suçunda büyük payları olduğu aşikar. Lakin film, işin bu tarafını geçiştirmeyi tercih edip seyirciyi bu süreçteki sohbetlerin içine çekerek düğmeye basılan anın atmosferini hissettirme amacında.
 
Dahası... Yapılan buluşların gerçek yüzünün ancak onu kullandıktan sonra açığa çıktığını; Bomba patladıktan sonra ne olacağını bilmek isteyen Başkan Truman’a bile net biçimde sonucu söyleyemeyen Oppenheimer’ın yarattığı dehşet karşısındaki ikilemiyle ve ‘Böyle bir silahımızın olması ne kadar doğru bilemiyorum’ cümlesiyle ortaya koyan içerik, ‘Başka seçeneğimiz yok’ diyerek atom bombasının kullanımını gerekli görenlerin yanında yer alıyor sanki!
 
 
 
İlaveten.. Biçimsel kusursuzluğun, görselliğin ve oyunculuğun ön plana çıktığı filmde atom bombasının yapıldığı ve denendiği yerlerde yarattığı zararlara değinilmemesi de ayrı bir olumsuzluk olarak karşımızda. Hani filmde ‘Burada neler olduğuna dair gerçeği söyleyecek biri olacak mı’ deniyor ya... İşte o hesap.
 
Atom bombasının ardından gelen soğuk savaş döneminde Amerika’da gelişen ‘Komünist ve Sovyet ajanlığı’ paranoyasını bilim insanının mahkeme süreçleriyle yansıtan ve ‘Sen onlara kendilerini yok etme gücünü veren adamsın’ sözleriyle Oppenheimer gerçeğini özetleyen yapımdaki en çarpıcı mesaja gelince... Oppenheimer’ın, çalışmasının insanlığın hiç görmediği bir barışı sağlayacağı görüşüne karşılık verilen ‘Biri daha büyük bir bomba yapana kadar’ cevabında yatıyor.

 
 
SONUÇTA; Bol alev görüntüleriyle dehşetin boyutunu hissettiren ‘Oppenheimer’ ile tam bir vicdan muhasebesi yapılmamış olsa bile adünyayı şekillendiren bir işe imza atıp ‘Dünyaların yok edicisi’ etiketinin yarattığı etik ikileme ayna tutmaya çalışıldığı muhakkak. Bunu yaparken de seyirciyi yıkıcı olayları haklı sebeplere dayandırma bahanesine ikna edip olayda büyük payı bulunanlara yönelik duyguları yumuşatmaya odaklanılmış. Başarılı da olunmuş açıkçası.
 
Diğer taraftan hikayesini Oppenheimer’ın bakış açısından anlatan Nolan’ın seyirciyi Oppenheimer’a karşı yumuşattığı filmde, atom bombası sonrası Amerika’nın nükleer politikasına şekil veren isimlerden olan Lewis Strauss ve Manhattan Projesi’ndeki mühendislerden sorumlu komutan Leslie Groves cephesi için aynı gayretin sergilendiğini söylemek biraz zor.
 
‘Oppenheimer’ın diyaloğu ve sahneler arası gidiş gelişleri bol olmasına rağmen sinema ortamında üç saat boyunca sıkılmadan izlenebilecek bir iş olduğunu vurgulayarak sözümüzü noktalayalım.
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal