Günlerdir ekranların haber kuşağını işgal etmiş durumdaydı, ‘1 Mayıs Taksim’de yapılsın-yapılmasın nakaratları… Habercilere, gündemi kurtaracak, siyasilere de gündemi kotaracak konular gerek neticede!

Dizilerin ve futbol muhabbetinin yetmediği yerde; o meydan senin, bu meydan benim demagojileri, kanları birilerinin motivasyonuyla kaynatılan gençlerin ‘karşı çıkma’ ve ‘hak arama’ mücadelesiyle harmanlanacak ki kervan rahat rahat yürütülsün.

Araya da bir zamanlar bu ülkeden kaçmak zorunda kalan Cem Karaca’nın eşsiz sesinden yine bir zamanların yasaklısı olan ‘1 Mayıs Marşı’nın nağmeleri serpiştirildi mi klasik Bayram tablosu tamamlanmış demektir. Buyurun gaz maskeli muhabirlerin anlatımındaki, TOMA'lı, gazlı ve bir kulaklardan dahi girmeyen nafile sloganlı 1 Mayıs kumpanyasına...
 
HİTLER’İN DE DESTEKLEDİĞİ ‘İŞÇİ BAYRAMI’NA BAKIŞ!

Şimdi şöyle bir hafızamıza dönüp kısa süre öncesinin 1 Mayıs kutlamasına bir bakalım…

1933 Almanya’sında ‘Ulusal İşçi Günü’ olarak ilan edilip dünyanın gelmiş geçmiş en büyük Faşisti sayılan Hitler’in Nazi Partisi’nin teşvikiyle coşkulu biçimde kutlanarak günümüzde atılan ‘Faşizme karşı omuz omuza’ sloganlarının komikliğini ortaya koyan 1 Mayıs, kendi içindeki tüm çelişkilerini ülkemizdeki kutlamalarda da eksiksiz yansıtmıştır.

‘Baskısız, kısıtlamasız iş imkânları’ taleplerini, demir ağlarla örülü alanlarda, binlerce güvenlik gücü denetiminde, gerçekleştiren çeşitli birlikler, uzun zaman sonra gelen özgürlükle, 2010’dan 2013’e birkaç yıllığına 1 Mayıs'a büyük(!) coşkuyla kutlamışlardı.

Ne güzel tabloydu değil mi? Ya da herkesin 1 günlüğüne harmanlandığı bir anlamsızlık coşkusu mu demeli?
Emekleriyle haklarını kazananların yanı sıra tiyatroya uzanan siyasi oyunlara tepkili sanatçılar, şike çorbasında kaynayıp giden taraftarlar… kapitalizme hayır diyen ve Fatih Camisi’nde gıyabi namaz kılıp Taksim’e gelen ‘Antikapitalist Müslüman Gençler’… Her hafta 90 dakikalık bölümlerle sinema filmi uzunluğunda dizi çekmekten yakınan oyuncular, memurlar, ailesiyle eğlenmeye gelenler, halay çekenler… 30-40 yıllık ezberler üstünden konuşanlara karşı çıkanlar ve Türkiye’nin her yerinde aynı anda atılan ‘Faşizme karşı omuz omuza’ sloganları…

Adaletsiz gelir dağılımı, güvenliksiz iş alanları, keyfi işten çıkartmalar, ‘Söz gümüşse sükût altındır’ atasözünden başlayarak her anlamda ses çıkartmayıp boyun eğme öğretisinin yıllar yılı süren suskunlaştırma baskıcılığı cümlemizi sarıp sarmalamışken Faşizme karşı omuz omuzasloganları ne kadar anlamlı kalıyorsa artık?

Maksat slogan atmak ya… Bayram ilan edilen 1 Mayıs’tan sonrası önemli değil nasılsa. İşte bunlar Taksim’in serbest bırakılması sonrasında yaşanan ‘Kendin çal, kendin oyna’ tarzındaki tabloydu…

Sonra bir baktık Gezi Olayları, ‘Taksim’e ve uluorta meydanlara fazla özgürlük vermemek gerek’, mantığını yeniden canlandırıverdi, insanların dayanışmasını izole etmeyi güvenlik gereği sayan beyinlerde…

Hem canım, Kanuni Sultan Süleyman da döneminde gelişmeye başlayan kahvehanelerde Şehzade Mustafa’nın katlinden rahatsız olan ahaliyi saltanatına tehlike olarak görüp, Ebussuud Efendi’den fetva alarak, ‘İnsanların bir araya gelip fitneler üretmesine sebep oluyor’ gerekçesiyle yasaklamamış mıydı ‘kahve’ içimini? Demek ki, her devirde güvenlik için izolasyon ve yasaklama şart!

***

Üstelik Yenikapı ve Kadıköy gibi deniz havası solutup işçinin emekçinin sağlığına sağlık katacak alanlar varken şart mıdır, altında heder edilmiş mezarlık kemiklerinin, üstünde kurşunlanmış emekçilerin acı anılarındaki Taksim’de TOMA’lara, gaz bombalarına hedef olmak?

Üstelik 1 Mayıs dediğin nedir ki? Sendikalar dahi kendi içinde ayrışmışken, bir dönemlerde kendi aralarında gözler oyulurken neyin birlik ve dayanışması?

Yıllardır neler yapılır ‘1 Mayıs’larda?

Yeni renklerle eskilerin karıştığı 1 Mayıs meydanlarından dışa taşan kafaları güzeller, camları indirir… Meydana sokulmayanlar direnince biber gazıyla terbiye edilir. Sosyalizmin iktidara geleceğine inanç, pankartlarla dillendirilir… Gümbür gümbür hoparlörlerden konserler dinlenir… Kes kısadan, etkinliklerle gönüller eğlendirilir… Karanfil dağıtımıyla çiçekçiler sevindirilir… 364 gün kapitalizmden nasiplenenler, güvenlik güçlerinin korumasındaki çevrili alanda, bir günlüğüne işçi babası kesilir!

 
KUTLAMA ALANLARINDAKİ İNSANLAR VE BENGAL KAPLANI

Eskiden sıkça gelen sirklerde en heyecanlı dakikalar, aslan-kaplan gibi hayvanların gösterileri esnasında yaşanırdı. Şakır-şukur seslerle, gösterinin yapılacağı alanla seyirciler arasına demir parmaklıklar yerleştirilirdi. Böylece, ne kadar eğitilirlerse eğitilsinler doğalarında vahşilik taşıyan yırtıcıların beklenmedik bir hamleyle çevreye zarar vermesinin önlemi alınmış olurdu. Kafesler kurulduktan sonra belli koridorlardan sahneye salınan aslan-kaplanlar, terbiyecilerinin nezaretinde ve onların yönlendirmesiyle numaralarını sergilerdi. Seyirciler de, aslan ya da kaplanların meziyetlerini alkışlar, zaten iğnelerle uyuşturulmuş olan yırtıcılara bu becerileri kazandıranlara da ‘Bravo’ derlerdi.

Ben de, korku ve hayranlık duygularının etkisinde, izlerdim şaklayan kırbaçla numaralarını sergileyen hayvanları. Çocuk aklımla, yırtıcıların uyuşturulmuş olduğunu bilemezdim tabii… Hiç unutmam, bir keresinde Bengal Kaplanı çişini attırmıştı seyircilere doğru. Büyük bir panik yaşanmıştı ön sıralarda ve görevliler arasında. O gün beni güldüren bu paniğin kökeninde, hayvanın uyuşturucunun etkisinden çıkma olasılığının yattığını sonradan öğrendim. Uyuşan hayvan, kendi inisiyatifiyle bir şey yapamazmış; yapıyorsa ilacın etkisi geçmiş demekmiş. Her şeyin, uyuşturulan iradelerle gerçekleştirilen bir düzmece olduğunu kavradığımda, küçüklüğümün görkemli sirk gösterileri de birden anlamsızlaşıvermişti gözümde.

***

Günler öncesinden dizilen demir barikatları, camları sökülen otobüs duraklarını gördüğümde ‘sirk’ anılarım canlanıverdi işte! Orada aslan-kaplanlar sokuluyordu kafesli sahnelere, burada 1 Mayıs’ı coşkuyla(!) kutlamaya gelenler… İkisinin de gerekçesi, güvenlikti! Güvenliksiz olmaz.

Şahsen görmediğim ama ekranlarda bolca izlediğim ve yaşayanlardan işittiğim 1977 yılının 1 Mayıs kutlamalarında da, yollara enlemesine çekilen kamyonlar güvenlik için miydi acaba? Sanmam. Güvenlik için olsa, tepelerden yağan kurşunlardan ölenler olmazdı. Yoksa insanlar kurşun yarasından değil de, tıkıldıkları alandaki izdihamdan mı yaşamlarını yitirmişti Kazancı Yokuşu’nda?

O günlerin dokunulmazlığı olduğundan ve halen sorumluları bulunup cezalandırılmadığından bu soruların cevaplarının üstüne bir bardak su içmek lazım.  

 
2 MAYIS SABAHI İMAM BİLDİĞİNİ OKUDUKTAN SONRA…

Yıllarca yasak olan, sonra gösterilip çekilen Taksim’de 1 Mayıs serbest bırakılsa ne yazar?
Hafızamda yer eden bu anılardaki kıskaç altına alma duygusu, beni kökünü kapitalizmin merkezleri olan Avustralya’dan, Amerika’dan, İngiltere’den alan 1 Mayıs’ın işçiye-emekçiye bayramlık etme özüne inanmaktan ve meydanlara gitmekten hep alıkoyar.

Tel ve demir barikatlarla çevrelenmiş alanlara tıkılanların, tepeden gelebilecek bir atışla birbirini ezme ihtimalinin yanı sıra buralardaki güdümlü konuşmaları, uyuşturulmuş aslanların kırbaç şaklamasıyla sergiledikleri numaralara da benzettiğimden bana çok anlamsız gelir.

Yılın her günü yaşanan zorlukların bir günde söylenen şarkı-türkülerle, karton muhabbetlerle, atılan sloganlar açılan pankartlarla çözülemeyeceğini; 2 Mayıs sabahı ‘İmam’ın bildiğini okuyacağını’ düşünürüm. Çünkü Bengal Kaplanı’nın çişini, geldiğinde koyuverme özgürlüğüne sahip olmadığını çok bilirim!

***

Çukurların, uzun namlulu silahların güvenlik gerekçeleriyle iç kamuoyuna rahatça izah edilen özgürlük kısıtlamasıyla sirk dünyasına çevrilen 1 Mayıs dışındaki tüm günlerde emeğiniz hak ettiğini bulsun…
Bunun ötesi eldeki gaz bombalarının tüketimi, TOMA’ların su püskürtme talimi ve ‘Hak verilmez alınır’ hevesiyle ortalığa dökülen ya da ezkaza ortamda yer alan birkaç masumun bu uğurda pisipisine göçüp gitmesi!
Asıl özgürlük, meydan takıntılarıyla ve günübirlik sloganlarla değil, hak arama yolunda gelişen beyinlerle başlar…

Ancak el etek öpme düsturunun halen varlık gösterdiği yerde, birilerinin geçmişin ideolojik işlevsizliğine takılıp kaldığını, birilerinin de dizi dünyalarındaki uyutmacılıkla rehavete daldığını düşünürsek ne ‘Emek ve Dayanışma’ bayramının ne de ‘Hak’ arayışının layıkıyla yapılabileceğini düşünmek, en azından orta vadede hayalcilik oluyor.

Nasıl ki, 1 Mayıs bayraklarında yer alan sembolik tip, güçlü kaslarıyla bizim işçi-emekçi tipine hiç uygun düşmüyorsa bu hakikat de tüm acılığıyla meydanda.

Son noktada is: ‘1 Mayıs’ marşındakinin aksine, ulusların gürleyen sesi değil, ekranlardan günlük yaşama, dünyanın neresinde olursa olsun kapitalizmin gürleyen sesi yeri göğü sarmış durumda… Kül gibi savrulup gidenler de emekler ve fikirler! En iyisi biz yine eskiye dönüp 1 Mayıs’ı ‘BAHAR BAYRAMI’ olarak kutlayalım… İşçinin-emekçinin haklarını da başka baharlara bırakalım.

 
www.sinematur.com